Türkiye'nin en iyi haber sitesi
FERHAT ÜNLÜ

‘Eski Ayasofya Müzesi’nin gizli tarihi

"Tarih 27 Aralık 537. Bizans İmparatoru 1. Justinian, inşasına öncülük ettiği ulu katedralin açılış günü ana kapıda durup şöyle der:

'Ey Süleyman, seni geçtim!'

Buram buram kibir kokan bu cümleyi, Milattan Önce 957 yılında inşaatı tamamlanan Süleyman Tapınağı'nı aşan bir mabet yaptırdığını düşündüğü için sarf eder. Ona göre Kral Süleyman'ın mabedi eski tapınak, 'kendi eseri Ayasofya' ise yeni tapınaktır. Yani bir tür 'yeni kıble'…"

Ayasofya'nın henüz camiye çevrilmediği 14 Haziran 2020'de bu köşede yayınlanan 'Ayasofya'nın kısa tarihi' başlıklı yazıma yukarıdaki girizgâhla başlamış ve yazıyı şu cümlelerle bitirmiştim:

"1934'te müze kararını dayatan konjonktür, 2020'de Ayasofya'nın kapısını cami olarak açabilir. Bu millet, Ayasofya'nın kapısından 1. Justinian kibriyle değil, vakarla gireceğine göre hiçbir beis yok."

Bu hafta ise Üç Boyutlu Portre'de beş gün sonra, 86 yıllık bir parantezin ardından ilk cuma namazının kılınacağı 'Ayasofya Camii'nin, artık eski adıyla 'Ayasofya Müzesi'nin gizli tarihine ilişkin önemli ayrıntılar paylaşacağım. En sonda söylenmesi gereken şeyi, en başta söyleyip vira bismillah diyelim:

Ayasofya'nın camiye çevrilmesi kararı, misal Yunan Ortadoksluğu'nu ya da hatta Rus Ortodoksluğu'nu tahkir etmek için, dini gerekçelerle alınmış bir karar değil. Milli gerekçelerle alınmış bir karar. Giderek ulus devletleri daha çok tehdit eden küresel güçlere karşı Türkiye'nin 'egemen ulus devlet stratejisi'nden asla vazgeçmeyeceğini göstermek için…

Ayasofya'nın gizli tarihinde kısa bir gezintiye çıktığımız zaman bu düşünceyi haklı çıkaracak epey bilgiye erişiyoruz. Şuradan başlayalım: Küresel sermayenin başat temsilcilerinden biri olan Rockefeller Ailesi'nin atası John Davinson Rockefeller, 1936 yılında İngiltere Kralı 8. Edward ile birlikte İstanbul'a geldi ve Ayasofya'yı ziyaret etti. John D. Rockefeller, yeni dünya düzeni fikrinin mimarı olan David Rockefeller'ın dedesi. David Rockefeller, otomobil yedek parçası gibi sürekli değiştirdiği hayati organlarının elverdiği ölçüde yaş günü kutladıktan sonra, 20 Mart 2017'de 101 yaşında ölmüştü. (Bununla ilgili yazım için bakınız: (https://www.sabah.com.tr/yazarlar/pazar/ferhat-unlu/2017/03/26/tek-dunya-devleti-fikrinin-mimari-david-rockefeller)

Kral Edward ve John D. Rockefeller'ın yanında Ayasofya'nın müzeye dönüştürülmesi projesinin 'gizli kahraman'larından Amerikan Bizans Enstitüsü Kurucusu Thomas Whittemore da vardı. Bu gizemli ziyaretten çok değil dört, hatta iki yıl önce (Son olarak 1934 Ramazan ayında) Ayasofya, Kadir Geceleri'nde onbinlerce vatandaşla dolup taşan bir camii idi. Cumhuriyetimizin banisi Mustafa Kemal Atatürk'ün de bu tarihlerde aşağıdaki okuyacağınız müze lobisinin faaliyetlerine rağmen müze kararını uygulamadığı görülüyor.

ATATÜRK'LE GÖRÜŞEN İNGİLİZ GAZETECİ

11-12 Temmuz 1932'de Atatürk'ün, Marmara Köşkü'nde Thomas Whittemore ile yaptığı görüşme kritik. Görüşmenin amacı, o tarihte Ayasofya'daki mozaikler arkeolojik çalışmalarla açığa çıkarıldığına göre başka bir şey. (Bu arada mezkûr kazı izninin çıkmasında ABD'nin Türkiye Büyükelçisi Joseph C. Grew'in de büyük katkısı olduğunu belirtelim.)

Belki o görüşmede Ayasofya'nın kilise olarak ibadete açılması ile ilgili bir talep iletti Whittemore. Bunu, dolaylı yoldan teyit eden şu bilgilere bakalım şimdi:

Bir İngiliz Kadını Gözüyle Kuva-i Milliye Ankarası adlı bir kitap var. Yazarı İngiliz kadın gazeteci Grace Mary Ellison. Atatürk'le görüştüğünü kitabında yazan bir isim. Ellison, kendi iddiasına göre, Ayasofya Camii ile ilgili dönemin Papası 11. Pius'un teklifini Atatürk'e iletiyor:

"Ankara'da M. Kemal Paşa'ya Papa'nın barış için büyük isteğini söyledim. Paşa'ya Hristiyanlara karşı cömert davranışının ne olacağını sordum. Ayasofya bir Hristiyan kilisesi olduğuna göre, Hristiyanların ruhani lideri Papa'ya geri verilip verilmeyeceğini araştırdım.'

M. Kemal Paşa cevap verdi: 'Eğer Hristiyan kilisesinin bir tek kolu olsaydı, Ayasofya şimdi, bizim Müslüman geleneklerimizin bir parçası olmasına rağmen, bu mümkün olabilirdi. Hristiyan kilisesi o kadar çok bölündüğüne göre bu imkânsızdır. O takdirde Ruslar, Yunanlar ve Anglikanlar bizim topraklarımızda Ayasofya için birbirleriyle dövüşmeye kışkırtılacaklardır. Ve sizin barış için öğütlediğiniz iyi davranış, sonsuz bir çatışmaya yol açacaktır."

Bu satırlardan anlaşılıyor ki Atatürk'e Ayasofya'nın kilise yapılması da teklif edilmiş, Atatürk bunu net bir şekilde reddetmiş.

Ancak yıllar sonra üzerinde belli ki çokça düşünülmüş ve fakat ansızın duyurulmuş bir kararla Ayasofya'yı müzeye çevirmiş.

Önceki Ayasofya yazımda da fikrimi yazmıştım ama bu tanıklıklar, Ayasofya ile ilgili Bakanlar Kurulu kararında Atatürk'ün imzasının sahte olduğu tezini iyiden iyiye geçersizleştiriyor. Nitekim bu konuda referans kabul edilmesi gereken isimlerden olan tarihçi İlber Ortaylı şöyle diyor:

"Ayasofya'nın müze olmasında Atatürk'ün imzası taklit edildi diyenlerden ciddi bir kriminal rapor görmedim. 1934'te Atatürk'ün başkanlığında toplanan vekiller heyeti Ayasofya'nın müzeye çevrilmesi kararı almıştır."

Ortaylı, 8 Haziran 2014'te ise Milliyet Gazetesi'nde şöyle yazmış:

"1934'te kasım ayı başında, Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal Atatürk'ün başkanlığındaki hükümet Ayasofya'yı müze yapma kararını aldı. Dünya, Atatürk Türkiye'sinin aldığı Ayasofya'yı müze yapma kararını saygıyla karşılıyor mu acaba? Sanmıyorum çünkü ona önce biz saygı duymalıyız."

(https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/ilber-ortayli/ayasofya-ya-once-biz-saygi-duymaliyiz-1894031)

Aynı şey günümüz Türkiyesi için de söylenebilir: Devletimizin bugün aldığı Ayasofya kararına dünyadan önce biz saygı duymalıyız.

'Ayasofya'nın müzeye çevrilmesiyle ilgili karardaki Atatürk imzası sahte' tezlerini çürüten bir başka alıntıyla devam edelim. Bizantolog rahmetli Semavi Eyice, bir notunda şöyle diyor:

"Ayasofya'nın Atatürk tarafından müze haline getirilmesinin kararlaştırılması, Abidin Özmen tarafından Ayasofya hatıra defterine tafsilatı ile yazılmıştır. Ben noktası virgülüne kadar bu defterin kopyasını aldım o zaman. Şimdi bu defter kayıp, bulamıyorlar.

Ayasofya kararı, bir akşam Atatürk'ün sofrasında verilmiş ve Özmen, bu tasarıyı ertesi gün yazı ile Başbakanlığa bildirmiştir. Başbakanlık'tan Vakıflar'a havale edilen evrak, 24 Kasım 1934'te Bakanlar Kurulu'ndan çıkmış ve 1 Şubat 1935'te Ayasofya Müzesi resmen açılmış, aynı ay içerisinde Atatürk yeni müzeyi ziyaret etmiştir."

1934 kararının arka planı bilinmez ama Atatürk'ün dönemin konjonktürü gereği böyle bir karar aldığı tartışma götürmeyecek ölçüde net.

ARKEOLOJİ MASKELİ İSTİHBARAT OPERASYONU

Tekrar Thomas Whittemore'a dönelim. Whittemore profesyonel bir arkeolog değildi, ancak Bizans eserlerine ömrünü adamış biriydi. Buraya geldiği dönemlerde CIA tarafından haber elemanı olarak kullanılmış olması da kuvvetle muhtemel. (Bunun ayrıntıları aşağıda.)

Whittemore'un öyküsünü biraz derinleştirelim, zira önemli. Bu zat, 2 Ocak 1871 Cambridgeport, Massachusetts doğumlu. Hayatının önemli bir kısmını, öldüğü 1950 yılına dek Bizans tutkusuna vakfetmiş. Vikipedia İngilizce'ye göre Atatürk ile iyi iletişimi olan biri. Bu iyi iletişim, 1931 yılında Ayasofya mozaiklerinin korunmasıyla ilgili izni Türk hükümetinden almasını kolaylaştırmış.

Whittemore, 1911'de Mısır Keşif Vakfı'nın Amerikan temsilcisi oldu. Birinci Dünya Savaşı'nda devrim sonrasının Rus göçmenleri üzerine çalıştı. Bu dönemde (1915-16 arası) yaklaşık bir yıl Rusya'da kaldı.

1930 yılında Amerikan Bizans Enstitüsü'nü kurdu. Enstitünün resmi amacı Bizans'tan kalan anıt ve eserleri bulmak, restore etmek, belgelemek ve muhafaza etmekti.

1931'de Atatürk'ün izniyle Ayasofya'daki Bizans mozaiklerini ortaya çıkarmak için İstanbul'a geldi. Ayasofya'nın 1934'te müzeye çevrilme kararı hakkında aşağıdaki satırları yazdığı söylenir. Ama bu satırlar tarihsel gerçeklerle örtüşmekten ziyade manipülatif gibi duruyor:

"Santa Sophia onunla konuştuğum gün camiydi. Ertesi gün camiye gittiğimde Atatürk'ün kendi imzasını taşıyan bir karar vardı. Şöyle diyordu: Müze, onarım için kapalıdır."

Bu satırları 1931'de yazdığı iddia ediliyor, oysa Ayasofya'nın müze olduğu yıl 1934. Tam karar tarihi 24 Kasım 1934. 1 Şubat 1935'te de müze ziyarete açıldı. Ayrıca gizli servis mazisi de olduğuna göre Atatürk'le yaptığı görüşmeyi manipüle etmiş olma ihtimali yüksek Whittemore'un.

AİLEDE CASUS ROMANCI VAR

Thomas Whittemore 8 Haziran 1950 tarihinde gittiği Amerikan Dışişleri Bakanlığı'nda ansızın kalp krizi geçirip öldü. Doğduğu Cambridge, Massachusetts'te gömüldü.

İmdi… Biraz daha derine inelim ve Ayasofya'nın müzeye çevrilmesinde azımsanmayacak bir rolü olan bu amatör arkeologun ailesini mercek altına alalım:

Whittemore soyadını, Thomas'ın amatör mesleğinden mülhem internette 'şecere arkeologluğu' ile epey araştırdım. Bu isim ilk olarak orta İngiltere'de 16. yüzyılda Staffordshire'da görülüyor. İsim eski İngilizce'deki 'hwit' ile 'mor' kelimelerinden türetilmiş. Aynı anda 'bozkır' ve 'bataklık' anlamına geliyor.

Ailenin bilinen ilk üyelerinden biri İngiliz toprak sahibi (siz toprak ağası diye çevirin, bize daha uygun) ve politikacı Sir William Whittemore (1572-1648).

Whittemore sülalesi 17. yüzyılda yelkenleri Amerika'ya açmış. Bu sülaleden üstelik de bu bizim Thomas'ın adaşı olan bir zat, onun doğduğu Massachusetts'e 1642'de gelmiş. Bu adamın, Thomas Whittemore'un büyük dedesi, büyük dedesinin kardeşi, büyük dedesinin kuzeni olma ihtimali çok yüksek. Yüzde vermek için DNA testi lazım, ama epey yüksek.

Bir de Lawrence var bu sülaleden. Yine arkeolog maskeli meşhur İngiliz casusu Thomas (Thomas'lar iyice karıştı) Lawrence'ı akıllara getiriyor. Lawrence Whittemore da ABD'nin en kuzeydoğu ucunda yer alan New England bölgesine 1635'te geliyor. Amerikan Bizans Enstitüsü'nün kurucusu olan Thomas Whittemore'nun doğduğu eyalet olan Massachusetts, malum bu bölgenin eyaleti. Yani aynı sülaledenler.

Ayrıca bu sülaleden casus olarak bilinen beş roman yazarı Edward Whittemore (1933-1995) var. 1974 ile 1987 yılları arasında Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı'nda Operasyonlar Direktörlüğü'nde case officer (istihbarat terminolojisinde 'saha casus yöneticileri'ni ifade etmek için kullanılır) olarak çalışmış.

Bu zatın mikro portresine yer vermeye lüzum yok, sadece şunun bilinmesi önemli: Orta Doğu üzerine epey çalışmış. Edward Whittemore'un, casusluk da yapmış bir diğer romancı olan Lawrence Durrell'in İskenderiye Dörtlüsü'nü çağrıştıran bir roman serisi var, ismi önemli: Kudüs Dörtlüsü. Enteresan.

Yeri gelmişken, iki kelam da Durrell hakkında edelim. Durrel de bu Whittemore gibi romancı ve aynı zamanda casustu. MI6'in adamıydı, kati olarak…

Mısır Kahire ve İskenderiye'de İngiliz Büyükelçiliği'nde basın ataşeliği yaptı, Arjantin Kordoba ve Sırbistan Belgrad'da da İngiliz elçiliklerine hizmet verdi.

Durrell iyi ediptir, ama biraz melankoliktir. En çok, İskenderiye Dörtlüsü'nün ilk cildi olan Justine'den şu meşhur cümlesiyle bilinir: "Bir kadınla üç şey yapabilirsin: Ya onu seversin, ya onun için acı çekersin ya da onu yazarsın."

Thomas Whittemore bir kadınla her üçünü de yapamayacağına inandığından olsa gerek, eşcinsel olarak yaşamış ve ölmüş.

Whittemore'u destekleyen kişiden söz etmezsek olmaz. Zira bu kişi John Davidson Rockefeller'ın ortağı olan Amerikalı işadamı ve diplomat Charles Richard Crane. Bu zat da Ermeni meselesi konusunda Türkiye'ye karşı kamuoyu oluşturan isimlerin başında geliyor.

'MÜZECİ'NİN SIR DOLU CIA MAZİSİ

Gelelim Thomas Whittemore'un sır dolu CIA mazisine dair ulaşılabilen bilgilere… 27 Ağustos 2014'te New York Times fikir sayfalarında David Shafer imzasıyla ilginç bir yazı yayınlandı. Yazının başlığı şuydu: 'CIA'de olası bir skandal.'

Bu yazıda Shafer, 1989'da ölmüş kendi dedesinin yeşil kutularda bıraktığı kişisel mektup ve sayfalardan söz ediyor. Kendisinin bile, dedesinin Ocak 1948-Ağustos 1951 arasında CIA görevlisi olduğunu bu mektuplardan 'öğrendiğini öğreniyoruz' yazıdan.

Yazısında Thomas Whittemore'u 'havalı ve renkli bir kişilik' olarak tanımlıyor Shafer. Indiana Jones, Oscar Wilde ve Tom Wolfe'un bir tür karması gibi…

NY Times'taki yazının müellifi (Kendisi aynı zamanda bir roman yazarı) Shafer'ın dedesi ile Whittemore Harvard'da tanışmışlar. Dedesinin de Bizans Entitüsü'nün hamilerinden biri olduğunu söylüyor Shafer. O La La! Rockefeller ve Crane'den hariç bir 'enstitü hamisi' daha…

Shafer'ın, mektuplardan aktardığına göre 7 Haziran 1950 tarihinde, yani ölümünden tam bir gün önce Thomas Whittemore, Washington'da 'Shafer dede'yi ziyaret ediyor. Ertesi gün, sonradan CIA Başkanı olacak Allan Dulles'ın (Romancı James Joyce'a fiziken epey benzeyen efsanevi istihbaratçı) biraderi John Foster Dulles'la randevuları var.

Dedesinde Whittemore'un Ayasofya'dan getirdiği kimi fotoğraflar olduğunu yazmış Shafer. Whittemore bunları Dulles'a göstermek istiyor. Ertesi gün kardeş Dulles'ın ofisinde ansızın kalp krizi geçiriyor Whittemore ve oracıkta yığılıp ölüyor. Burada bir komploya hacet yok, zira onunla çalışan odağın, onu bir randevu günü önemli materyaller alacakken öldürmesi mantıksız. Zaten adam öldüğü tarih itibarıyla 79 yaşında.

Yazıyı yazan torun, istihbarata falan da meraklı, ama uçuk biri de değil yazdıklarından anladığımız kadarıyla. "Bu işlere aklım erecek kadar John le Carré, Eric Ambler ve Robert Ludlum okudum" diyor hatta. Casusiye okurlarından 'uçuk komplocu' çıkmaz pek. Komplocu olmadığı halde olayın üzerine bayağı gidiyor, araştırmalar yapıyor. CIA'den bilgi istiyor, ama gizlilik gerekçesiyle vermiyorlar tabii.

Uzatmayalım: Shafer, özetle "Whittemore'un bir CIA görevlisi olması pek mümkün görünmüyor" diyor. Ancak 'ama'sı var: "İstanbul'da iken CIA'in haber kaynaklığını yaptı."

David Shafer, dedesinin arkadaşının, daha önce Sovyet tanklarıyla ilgili bilgiler de edinip CIA'e aktarmış olabileceğini de düşünüyor. Mümkün…

İlerleyen kısımlarda Dulles'a ölümünden bir gece önce elindeki belgeleri vermekten vazgeçmiş olabileceğini, sadece dedesine güvendiğini söylüyor. Yazının sonrası ise bol 'belkili' spekülasyonlardan ibaret. (Daha ileri okuma için yazının linki: (https://opinionator.blogs.nytimes.com/2014/08/27/a-scandal-at-the-c-i-a-maybe/)

Toparlayalım artık… Zira yine 15 bin vuruşu bulduk. Buraya kadar okuduklarınız fazla mı 'tarihsel komplo' gibi görünüyor. Öyle demeyin, tarihin arka bahçeleri kayıtsız kaldığımız saklı komplolarla doludur. Bunların bir kısmı da önceden tasarlanmış komplolardır. Eğer tarihte komplo diye bir şey varsa belki bunun tersi de geçerlidir. Adını bu yazıda andığımız Lawrence Durrell de bunu doğrulayan bir şey söylüyor, Justine adlı romanının 118. sayfasında:

"Tarihin kayıtsızlığı bize çok şey söylemiştir. Ama biz onun cimriliğinin ya da cömertliğinin önceden tasarlanmış olduğunu kabul ederiz."

Buradan da şu sonucu çıkarmak mümkün: Resmi tarih, kendini anlatma konusunda ne kadar cömert olursa komplo o kadar azalır. Mazi konusundaki bilgi açlığına ne kadar kayıtsız kalınırsa da tarihsel komplo o kadar artar.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA