Mahkeme Nedir, Ne Anlama Gelir?

Arapça’da hükm kökünden mekân ismi olan mahkeme (çoğulu mehâkim) kelimesi sözlükte “hüküm verilen yer, yargılama yeri” anlamındadır

--
-->

Terimleşme Süreci. Kur'an ve Sünnet'te hüküm kelimesi ve türevleri çok sayıda geçmekle birlikte mahkeme kelimesi yer almamakta, yargılama/muhâkeme hukukuyla ilgili olarak daha ziyade kazaî tasarrufta bulunacak kişilerin nitelik ve şartlarına ve bunların yargılama esnasında uymaları gereken kurallara temas edilmektedir. İslâm'ın ilk devirlerinde de mahkeme terimi kullanılmayıp yargı kurumunu temsil eden kadı ve "yargı kararı" mânasındaki kazâ/hüküm kelimeleri esas alınarak mahkemeyi karşılayan kavramların üretildiği görülür. Meselâ "bâbü'l-kādî / ebvâbü'l-kudât, meclisü'l-kādî / kadâ, bâbü meclisi'l-kādî / kadâ, meclisü'l-hükm" mahkemeleri, "dîvânü'l-kādî, dîvânü'l-hükm" mahkeme sicil defterlerini, "kâtibü'l-kādî" mahkeme kâtibini, "velâyetü'l-kādî / kadâ" yargı gücünü, mahkemelerin görev ve yetkisini, "nasbü'l-kādî" mahkemelerin kuruluşunu, "mansıbü'l-kādî" yargı makamını ifade etmek üzere ortaya çıkmış tabirlerdir. Bunlar arasında meclisü'l-kadâ terkibinin hem "yargılama mekânı" hem de "mahkeme kurumu ve makamı" anlamına gelecek şekilde daha sık bir kullanımı vardır. Mahkeme kelimesinin terim anlamıyla Kâsânî ve Kādîhan gibi VI. (XII.) yüzyıl fıkıh âlimlerinin eserlerinde görülmeye başlandığı (Bedâʾiʿ, VII, 10; el-Fetâvâ, III, 423) ve daha sonraki dönemlerde bu kullanımın giderek arttığı, özellikle XIX. yüzyıldan itibaren mahkeme/mehâkim, mahkeme kâtibi, mahkeme sicil defteri gibi tabirlerin geçtiği görülür. Böylece kādî/kadâ merkezli olarak oluşturulan terimler yerini tarihî bir süreç içinde hâkim/hüküm merkezli terimlere bırakmıştır.

Tarihî Gelişimi. Eski İslâm devletlerinde hukuk ve adalet işlerine bakan adliye teşkilâtı kādılkudâtlık, mezâlim mahkemeleri, kadı mahkemeleri ve bunlara bağlı kuruluşlardan oluşmakta olup zaman içinde bu teşkilât yapılanmasında bazı farklılıklar ortaya çıkmıştır. İslâm'ın ilk döneminden itibaren mahkemeler genelde tek hâkim usulüyle ve tek dereceli olarak kazâî faaliyette bulunmuş, bu gelenek çağdaşı diğer komşu devletler gibi İslâm devletlerinde de asırlarca varlığını korumuştur. Bununla birlikte tarihî kaynaklar az da olsa bazı mahkemelerin çok hâkimli mahkeme esasına göre çalıştığını kaydetmektedir. İslâm toplumlarının adliye teşkilâtına dair ilk kaynaklardan birinin müellifi olan Vekî' (ö. 306/918), 137 (754-55) yılında Basra kadılığına tayin edilen Ömer b. Âmir es-Sülemî ile Sevvâr b. Abdullah'ın birlikte davalara baktıklarını, Ömer b. Âmir'in mahkeme başkanı olarak taraflarla konuştuğunu, Sevvâr'ın duruşmayı sessizce takip ettiğini kaydetmektedir (Aḫbârü'l-ḳuḍât, II, 55). Hatîb el-Bağdâdî (ö. 463/1071) kendi dönemine kadar mahkemelerin tek hâkimli olduğunu, sadece Abbâsî Halifesi Mansûr devrinde (754-775) beraber görev yapmak üzere Basra kadılıklarına tayin edilen Ubeydullah b. Hasan el-Enbârî ile Ömer b. Âmir'in davalara birlikte baktıklarını söyler (Târîḫu Baġdâd, X, 307; ayrıca bk. İbnü'l-Cevzî, s. 51, 55). Kaynaklarda ayrıca dört mezhep kādılkudâtlarının bulunduğu devletlerde karmaşık davalara bu kādılkudâtlardan meydana gelen bir heyet tarafından bakıldığı kaydedilmektedir (Mahmûd b. Muhammed Urnûs, s. 92).

Hz. Peygamber Medine'de bizzat kendisi davalara bakıyor, bazan da sahâbîlerini görevlendiriyor, Medine dışındaki davalara ise yargı göreviyle gönderdiği kimseler bakıyordu. Davayı kaybeden kişiler kadıların verdiği kararlara bir itirazları olduğunda bunu Resûl-i Ekrem'e arzedebiliyor ve o da bu vesileyle verilen kararı inceliyordu. Nitekim Hz. Ali'nin Yemen'de kadı olarak görev yaptığı esnada verdiği bir kararı davayı kaybedenler incelenmek üzere Hz. Peygamber'e getirmiş, Resûlullah da kararı inceledikten sonra isabetli bulup tasdik etmiştir (Müsned, I, 77, 152). Hz. Peygamber'den sonra halifeler de kadıların verdikleri kararlara itiraz vukuunda onları inceliyorlardı. Hz. Ömer'in hilâfeti döneminde Medine'de kadı olarak görev yapan Hz. Ali ve Zeyd b. Sâbit'in verdikleri bir karara davayı kaybeden kişi halife nezdinde itiraz ettiğinde Hz. Ömer kararı incelemiş ve, "Ben senin davana kadı olarak baksaydım senin lehine hüküm verirdim" demiştir. Bu kişi, "Senin benim lehimde hüküm vermeni engelleyecek ne var? Üstelik yetki sende" deyince Hz. Ömer, "Eğer bu kanaate Kur'an ve Resûlullah'ın sünnetinde bulunan açık naslarla ulaşmış olsaydım o kararı bozar ve senin lehine hüküm verirdim; ancak ben bu kanaate re'yimle ulaştım, re'y ise müşterektir" cevabını vermiş, Hz. Ali ve Zeyd'in re'y ictihadına dayanarak verdikleri hükmü bozmamıştır (İbn Kayyim el-Cevziyye, I, 65; Osman b. Ali ez-Zeylaî, IV, 188).

İslâm tarihinde sistematik olarak oluşturulmuş bir temyiz veya istînaf kurumundan söz etmek mümkün olmamakla birlikte kaynaklar, Hz. Ömer ve Osman'ın hilâfetlerinde her yıl hac mevsiminde Mekke'de bu tür bir mahkemenin kurulduğunu kaydetmektedir. Abbâsîler'den başlamak üzere kādılkudâtların mahkeme kararlarını inceleme yetkisine sahip oldukları ve Dîvân-ı Mezâlim'in temyiz mahkemesi görevi de ifa ettiği bilinmektedir. Endülüs'te kādılcemâa makamının ve "hıttatu'r-red" adıyla bilinen bir kurumun bir bakıma temyiz mahkemesi gibi görev yaptığı ifade edilmektedir (Muhammed ez-Zühaylî, s. 332).

İlk dönemlerde kadı genel olarak her çeşit davaya bakma yetkisine sahipti. Ancak bazı kaynaklar, Hz. Ömer'in maddî kıymeti az olan basit davaları Yezîd b. Uhtünnemir'e, karmaşık davaları ise Hz. Ali'ye havale ettiğini, orduya ayrıca kadı tayin ettiğini (Vekî', I, 105; Mahmûd b. Muhammed Urnûs, s. 256), Emevîler devrinde mescidlerde 20 dinarı geçmeyen davalara bakmak üzere kādı'l-mescid unvanıyla kadıların görevlendirildiğini, istisnaî olarak da bazı kadılara belli davalara bakma görevi verildiğini kaydetmektedir (Mâverdî, s. 61).

İslâm'ın klasik dönemine ait literatürde mahkemelerin kuruluş ve işleyişi, mahkeme çalışanları, yargılama yeri ve usulüne dair şekil şartları gibi konularda farklı açılardan zengin bilgiler mevcuttur. Ancak bunların yazıldığı dönemin bilgi ve tecrübelerini yansıtan kaynaklar olarak görülmesi, İslâm toplumlarında adliye teşkilâtının I. (VII.) yüzyıldan günümüze kadar geniş bir coğrafyada dönem ve bölgelere, devlet ve mezheplere göre yer yer önemli farklılıklara sahip olduğunun da dikkate alınması gerekir.

Teori. Hz. Peygamber devrinden itibaren ülke topraklarının genişleyip devletin teşkilâtlanmasına paralel olarak İslâm toplumunda adliye teşkilâtının giderek belirginleştiği, mezheplerin oluşumu ile birlikte İslâm hukukçuları tarafından yargının işleyişi ve mahkemelere ilişkin teorik ve doktriner tartışmaların yapılmaya başlandığı görülür. Bu konudaki klasik teorinin oluşumunda, naslarda mevcut ilke ve özel hükümlerin yanı sıra o dönem fakihlerinin içinde bulundukları şartların, devraldıkları geleneğin ve tecrübe birikiminin de önemli payı vardır. Onların mahkemelerin kuruluşu, görev ve yetkileri, dereceleri, tek ve toplu mahkeme usulleri gibi konularda yaptıkları tesbitler ve dile getirdikleri görüş ve öneriler böyledir.

Hanefî fıkıh âlimleri, önceleri sadece şehirlerde mahkeme kurulabileceğini ifade ederken daha sonra kasaba ve köylerde de küçük çaptaki davalara bakan mahkemelerin bulunabileceğini kabul etmişlerdir (Serahsî, XVI, 98; Sadrüşşehîd, III, 332). Şâfiî fakihleri ise bir günlük mesafedeki, yani davacı, davalı ve şahitlerin sabah erkenden yola çıkıp akşamleyin evlerine dönebilecekleri her yerleşim biriminde ihtiyaca cevap verecek sayıda mahkeme kurulmasının gerektiği görüşündedir (Hatîb eş-Şirbînî, IV, 373; Şemseddin er-Remlî, VIII, 224). Hanbelîler "iklim" adını verdikleri Şam, Mısır, Bâbil, Hicaz gibi bölgelerde en azından birer mahkemenin bulunması gerektiğini ifade etmişlerdir (İbn Ebû Tağlib, II, 263). Bir şehirde yargı bölgeleri veya dava türleri ayrılarak muayyen davalara, meselâ sadece hukuk davalarına veya ceza davalarına ya da maddî kıymeti belirli bir miktarı geçmeyen davalara bakmak üzere birden fazla mahkemenin kurulması da mümkündür (Mâverdî, s. 60-61; İbn Kudâme, IX,107; Mecelle, md. 1801). Kaynaklarda, davaya bakacak mahkemeyi belirlerken tarafların ikametgâhlarının veya dava konusunun bulunduğu yerin esas alınacağı gibi açıklamalar, özellikle büyük şehirlere birden fazla kadı tayin edilmesi halinde görevli ve yetkili mahkemeyi tayin etmeye ve kargaşayı önlemeye yarayacak bir ölçüt geliştirme anlamı taşır.

Klasik dönem İslâm hukukçuları, yargının işleyişine dair görüş ve önerilerini tek hâkimli mahkeme sistemini esas alarak geliştirmişlerdir. Mâlikîler ve bazı Şâfiî fakihlerinin çok hâkimli mahkeme sistemine sıcak bakmayışı, hâkimlerin özellikle ictihada dayalı olarak çözümlenmesi gereken davaları karara bağlarken her zaman ittifak edemeyeceği ve bu sebeple bazı davaların sürüncemede kalacağı endişesinden kaynaklanır (Şîrâzî, I, 352; İbn Kudâme, IX, 107-108). Hanefî ve Hanbelîler'le bazı Şâfiî fakihleri ise kadıların halifenin birer vekili olduğunu, vekâlet akdi hükümlerine göre birden fazla kişinin vekil olarak tayin edilebileceğini belirtip ictihada dayalı olarak çözümlenmesi gereken davalarda mahkemenin çalışma şartlarıyla ilgili önceden tesbit edilecek kuralların uygulanması ile davaların çözümünde bir sıkıntı yaşanmayacağını ifade ederek bu sistemin lehinde bir görüş ileri sürmüşlerdir.

Mahkemenin tek dereceli olması ve verilen kararın taraflar için kazıyye-i muhkeme sayılması kural ise de hâkimin yanılabileceği veya kasıtlı davranabileceği hesaba katılarak ilgili tarafın verilen karara belirli esaslar çerçevesinde itiraz edebilmesi ilkesi benimsenmiştir. Fıkıh kitaplarında yer alan bilgilere göre davayı kaybeden kişi üst derecede bulunan bir kadıdan mahkeme kararının incelenmesini isteyebilir. Kadı inceleme sonucunda verilen kararı şer'î delillere ve genel kurallara uygun bulursa onaylar, değilse kararı bozar ve o davaya yeni baştan bakılır. İctihadlar eşit değerde olduğu ve ictihadın ictihadla nakzolunmayacağı genel bir ilke olarak kabul edildiğinden inceleme yapan kadının ictihadının farklı olması alt mahkemede ictihada dayalı olarak verilen bir kararı bozma sebebi olamaz. İlk ictihada öncelik verilmesinin amacı, hukukî çekişmenin onunla sonuçlandırılarak davaların uzayıp gitmesinin önüne geçilmesi ve adaletin en kısa zamanda tecelli etmesidir (Kâsânî, VII, 14; ayrıca bk. KAZÂ).

Mahkeme Çalışanları. Mahkemenin birinci derecede ve en vazgeçilmez insan unsuru kadıdır. Mahkeme kurumunu kadı temsil ettiği için fıkıh âlimleri eserlerinde mahkemeden ziyade kadıdan bahsetmişler, kadı kelimesini mahkemeyi de kapsayacak bir genişlikte kullanmışlardır. Kadının asıl görevi ihtilâflara bakmak ve onları karara bağlayıp icra ve infaz etmektir. Kadılara onları tayin eden makam, yaptıkları görev, dereceleri, görev yaptıkları yerleşim birimleri dikkate alınarak çeşitli unvanlar verilmiştir. Halife tarafından tayin edilen kadıya "kādı'l-halîfe", kadı tarafından tayin edilene "halife, nâib, vekil", mescidlerde belirli bir miktar parayı geçmeyen davalara bakmak üzere tayin edilen kadıya "kādı'l-mescid", ordu mensupları arasında çıkan ihtilâflara bakan kadıya "kādı'l-cünd, kādı'l-asker", evlenme ve boşanmayla ilgili davalara bakan kadıya "kādı'l-menâkih, kādı'l-enkiha", kadıların tayin ve azilleriyle yetkili kadıya "kādı'l-kudât, kādı'l-cemâa", temyiz mahkemesi kadısına "kādı'r-red", yüksek dereceli kadıya "el-kādî el-a'lâ", alt derecedeki kadıya "el-kādî el-esfel", şehirlerde görev yapan kadılara "kādı'l-mısr, kādı'l-medîne", kasabalarda görev yapanlara "kādı'r-rusdâk", köylerde görev yapanlara "kādı'l-karye" gibi unvanlar verilmiştir.

İlk dönemlerde kadılar ictihad derecesine ulaşan âlimler arasından tayin ediliyordu. Emevîler'den itibaren genel olarak meslekî tecrübe de dikkate alınıp kadılık mesleğinin ilk basamağı olarak mahkeme zabıt kâtipliği esas alınmış, kadı kâtipliğinden nâibliğe, oradan da kadılığa yükselmeyi sağlayan bir yol izlenmiştir. Yargılama yapmak ve karar vermekle görevlendirilen kadılarla nâibler arasında tayin esnasında aranan nitelik ve şartlar bakımından bir fark bulunmamaktadır. Ancak sadece sorgulama yapmak üzere görevlendirilen nâibin ictihad derecesinde bir âlim olması gerekmeyip sorgulama yaptığı konularda bilgiye sahip bulunması yeterli kabul edilmektedir (İbn Ebü'd-Dem, I, 311).

İslâm'ın ilk devirlerinde yargılama usulü basit ve sade idi, hatta tahkim usulüne çok yakındı. Davacı ve davalı birlikte kadının huzuruna geliyor, iddia ve savunmalarını ona arzediyor, kadı tarafların serdettikleri delillere bağlı kalarak davaları hükme bağlıyordu. İlk dönemlerde had ve kısası gerektiren ağır ceza davalarına halife ve valiler bakmışsa da Emevîler'den itibaren kadılara hukuk davaları yanında ceza davalarına bakma görevi de verilmeye başlanmıştır. Bununla birlikte bazı yerlerde ve dönemlerde kadıların yargı görevlerinden bir kısmının Dîvân-ı Mezâlim'e, hisbe ve şurta kurumlarına devredildiği bilinmektedir. Zamanla şehirlerin nüfusu artıp dava sayısı ve türünün çoğalması, toplumsal hayatın ve ilişkilerin daha karmaşık hale gelmesi kadıların tek başlarına yargı görevlerini ifa etmelerini zorlaştırmış, kâtip, muhzır ve müzekkî gibi memurların tayinine ihtiyaç duyulmuştur.

Kâtip. Mahkemede zabıt kâtibi kadının en önemli yardımcısıdır. Görevi taraflardan dava dilekçelerini alıp kadıya arzetmek, yargılama esnasında tarafların ve şahitlerin ifadelerini yazıya geçirmek, dava dosyalarını ve tutanakları muhafaza etmektir. Hz. Peygamber ve dört halife devrinde davalar az olduğu için mahkeme kararları yazılmamışsa da şifahî gelenek içinde nesilden nesile aktarılarak daha sonraki dönemlerde yazılan kitaplara kadar gelmiştir. Bununla birlikte Hz. Ömer ve Ali dönemlerinde kadı kâtipleri bulunduğuna dair kaynaklarda bazı bilgilere rastlanmaktadır (Muhammed ez-Zühaylî, s. 160; Atar, s. 139). Kindî, Mısır'da mahkeme kararlarının tescilinin Muâviye'nin ilk kadısı Süleym b. Itr et-Tücîbî ile (ö. 75/694-95) başladığını söyler (el-Vülât ve'l-ḳuḍât, s. 309). Bu tarihten itibaren Mısır'da mahkeme teşkilâtında kâtipler yer almış ve bu kâtiplerden pek çoğu sonradan kadı olarak tayin edilmiştir. Sadrüşşehîd de 120-122 (738-740) yılları arasında Kûfe'de kadılık yapan İbn Şübrüme'nin, "İlk defa tarafların ve şahitlerin ifadelerini zaptedip yazan benim ki benden sonra da bu uygulamayı hiç kimse terketmedi" sözünü nakledip bundan böyle bölgede mahkeme kararlarının yazılmaya başlandığını ifade etmiştir (Şerḥu Edebi'l-ḳāḍî, IV, 72). Fıkıh âlimleri kâtibin kadının yardımcısı ve mahkemede cereyan eden işlerin şahidi olduğunu, dolayısıyla onun güvenilir, dürüst, kavrayış sahibi ve resmî yazıları yazmayı, resmî belgeleri tanzim etmeyi bilen bir kişi olması gerektiğini ifade ederek kâtipliğin bilgi, sanat ve yüksek bir karakter işi olduğunu belirtmişlerdir.

Sâhibü'l-meclis (mübâşir). Mahkemede sırası gelen tarafları ve şahitleri yargılama salonuna almak, yargılama esnasında asayiş ve güvenliği sağlamak üzere mübâşirler bulundurulur. Klasik fıkıh kitaplarında "sâhibü'l-meclis, cilvâz, nakîb, bevvâb, hâcib, arîf" gibi terimler mübâşir karşılığı olarak kullanılmıştır.

Muhzır. Mahkemelerde davacı, davalı ve şahitlere ikametgâhlarında tebligatta bulunmak, gerektiğinde onları mahkemeye celbetmek üzere muhzır bulundurulur. Klasik fıkıh kitaplarında "a'vân, muhzır, müşhıs, ecriya" gibi terimler "adlî zâbıta ve tebligat memuru" anlamında geçmektedir. Hanefî fıkıh bilgini Kâsânî muhzırların tâbiîn döneminden sonra mahkeme teşkilâtında yer almaya başladığını söyler (Bedâʾiʿ, VII, 12).

Müzekkî. İlk devirlerde kadılar şahitlerin güvenilir (âdil) kimse olup olmadığını alenî olarak soruşturuyor ve bu soruşturmadan olumlu sonuç alırsa onunla yetinerek şahitliklerini kabul ediyorlardı. Ancak alenî soruşturmalarda kendilerine şahidin durumu sorulan kişilerin baskı altında kalarak kanaat belirtebilecekleri endişesini taşıyan bazı kadılar şahit hakkında ayrıca komşuları ve çalışma arkadaşları nezdinde de gizlice araştırma yapmaya yöneldiler. Kaynaklar, şahitlerle ilgili ilk gizli soruşturmayı başlatan kadılar arasında Kûfe'de Şüreyh ile (ö. 78/697) İbn Şübrüme (ö. 144/761) ve Mısır'da Gavs b. Süleyman'ı (ö. 168/785) zikreder. Davaların ve şahitlerin sayısındaki artış dolayısıyla kadılar şahitlerin tamamının durumunun araştırılması konusunda güçlük çekince bunu araştırmak üzere "müzekkî" (sâhibü'l-mesâil) adıyla memurlar tayin etmeye başladılar. Kindî'nin verdiği bilgiye göre Mısır'da 168 (784-85) yılında sâhibü'l-mesâili ilk defa tayin eden Kadı Mufaddal b. Fedâle'dir (el-Vülât ve'l-ḳuḍât, s. 385). Kâsânî, önceki kadıların şahitlerin durumunu bizzat kendilerinin soruşturduklarını, kendi zamanında ise böyle bir soruşturma ile müzekkîleri görevlendirdiklerini ifade etmektedir (Bedâʾiʿ, VII, 10).

Tercüman. Ülke topraklarının farklı dilleri konuşan yeni toplulukları da içine alarak genişlemesi mahkemelerde tercüman bulundurma ihtiyacını doğurmuştur. Zamanla mahkeme teşkilâtı içinde bu unvanla bir memur yer almaya başlamıştır. Kadının, dilsiz ve sağırlarla anlaşamadığı takdirde onların işaretlerini anlayan bir kişinin (müsemmi', müsmi') yardımını alması da böyledir (İbn Ebü'd-Dem, I, 332).

Kāsım. Hisse-i şâyiayı mirasçılar ve ortaklar arasında kanunî paylarına göre taksim eden memura "kāsım" (çoğulu kassâm) denir. Kāsımın emin olması, fıkıh ve matematik bilgisine sahip bulunması gerekir. İlk devirlerden itibaren kadıların belli davaların karara bağlanmasında kāsımın yardımına başvurduğu bilinmektedir. Kaynaklar, Hz. Ali zamanında Abdullah b. Yahyâ'nın mahkemede kāsım olarak görev yaptığını kaydetmektedir (Serahsî, XVI,102; ayrıca bk. KASSÂM).

Seccân. Kaynaklarda, şehirlerde ağır hapis cezasına mahkûm olan suçluların valilerin hapishanelerine, hafif hapis cezasına mahkûm olanların ise kadıların hapishanelerine kapatıldığı kaydedilmektedir. Kadı kendi yönetiminde bulunan hapishanenin idarî işlerini görmek ve mahkûmların durumları hakkında bilgi vermek üzere "seccân" (sâhibü's-sicn) adıyla memur tayin ediyordu. Kadılar mahkeme personelinin idarî bakımdan âmiri olduklarından denetimleri de onlara aitti.

Mahkeme Yeri ve Faaliyeti. Duruşmanın yapılacağı yer hakkında kesin ve bağlayıcı bir şer'î hüküm mevcut olmayıp konu geleneğe ve devletin teşkilâtlanma aşamalarına göre belli bir gelişim seyri izlemiştir. İlk devirlerden itibaren kadılar camilerde, camilere bitişik yerlerde (batîha, rahbetü'l-mescid, sahnü'l-mescid) veya evlerde davalara bakıyorlardı. Kaynaklar, ilk defa Hz. Osman zamanında bir evin adlî duruşmaların yapılmasına tahsis edildiğini kaydetmektedir (Abdülhay el-Kettânî, I, 271). Sonraki dönemlerde zaman zaman cami ve evlerde davalara bakılması idareciler tarafından yasaklanmışsa da uzunca bir süre bu mekânlar yargılama yeri olarak kullanılmaya devam etmiştir. Kadıların tayin kararnâmeleri de (ahd, menşûr) camilerde düzenlenen törenlerde okunmakta, böylece kadının görev alanına giren konular ve yargı çevresi halka duyurulmaktaydı. Doktrinde de klasik dönem fakihlerinin çoğunluğu camilerin aynı zamanda mahkeme salonu olarak kullanılmasına karşı çıkmaz. Ancak bazı Mâlikî fakihleri cami dışındaki bir mekânın yargılama yeri olarak kullanılmasının maksada daha uygun olduğunu ifade etmişler, Şâfiî fakihleri ise dava sebebiyle gelenlerin ibadet amacıyla yaptırılan camilerin âdâbı ve temizliğiyle bağdaşmayacak davranışlarda bulunacaklarını ileri sürerek camilerin yargılama yeri olarak kullanılmasını doğru bulmamış, yargı makamının işlev ve ihtişamına uygun ayrı binaların seçilmesini önermişlerdir. İslâm tarihinde ilk devirlerden itibaren kadı mahkemelerinden ayrı olarak idarî ve adlî yargı ve denetim görevlerini yürüten mezâlim mahkemeleri kurulmuştur. Bu tür davalara cami, medrese ve saray gibi umumî ve resmî yerlerde bakılmış olduğu gibi dönemlere ve devletlere göre değişen "dîvân-ı mezâlim, dârü'l-mezâlim, dârü'l-âmme, dârü'l-adl" gibi adlar taşıyan özel mekânlar da tahsis edilmiştir (bk. MEZÂLİM).

İslâm'ın ilk dönemlerinde duruşmalar için belirlenmiş bir gün veya saat söz konusu değildi; mahkemeler haftanın her gününde ve her saatinde davalara bakıyordu. Daha sonra davalar çoğalınca kadılar, haftanın belirli gün ve saatlerini davalara ayırıp özel ihtiyaçlarını karşılamak ve ilmî araştırma yapmak için haftanın bir gününü mahkemenin tatil günü olarak kabul etmişlerdir. Sadrüşşehîd, II. (VIII.) yüzyılda kadıların müderrisler gibi cumartesi günü, III. (IX.) yüzyılda pazartesi veya salı günü, VI. (XII.) yüzyılda resmî görevliler gibi salı günü tatil yaptıklarını ifade etmektedir (Şerḥu Edebi'l-ḳāḍî, I, 250). Émile Tyan, bazı kadıların ramazan ayında davalara bakmadığını dikkate alıp bu uygulamayı adlî tatil olarak değerlendirmiştir (Histoire de l'organisation judiciaire en pays d'Islam, I, 418-419). Fakihler, yargılamanın gündüz saatlerinde yapılmasının isabet ve verimliliği arttıracağını belirterek bir zaruret bulunmadıkça geceleri yargılama yapılmamasını önermiş, ayrıca ibadet vakitlerinde, kurban ve ramazan gibi dinî bayramlarda, toplum için özel bir anlamı olan günlerde, aşırı sıcak ve aşırı soğuk günlerde mahkemelerin tatil edilmesinin uygun olacağını ifade etmişlerdir.

Geçmiş İslâm devletlerinde mahkemelerde riayet edilen muhâkeme usulü, Kur'an ve Sünnet'te bu yönde getirilen bazı açıklamalara, aynı zamanda müslüman toplumların kendi bilgi ve tecrübelerine göre şekillenmiştir. Kadı, yargılama esnasında taraflara eşit muamele edebilmek için onları önünde oturtur, mübâşir kadının yanı başında taraflardan biraz uzak bir mesafede ayakta dururdu. İstişare için çağrılan ilim ehli kadının yanında otururdu. Kadı mahkeme sicil defterini sağ tarafına koyar, kâtip de ifadeleri zaptedip yazarken görebileceği yere otururdu. Abbâsîler döneminde Kādılkudât Ebû Yûsuf kadılar için özel elbise ihdas etmişti. Fıkıh literatüründe yargılama salonunun yargının ihtişamına lâyık bir şekilde tefriş edilmesi ve kadının yargılama esnasında biraz yüksek bir yerde oturması gereğinden söz edilir.

İslâm tarihinde yargılamanın alenîliği genel bir ilke olarak benimsendiğinden camilerin yargılama yeri olarak seçilmesiyle bu amaç kolayca gerçekleşiyor, duruşmaları evinde yapan kadılar ise evlerinin kapılarını herkese açık bulundurmaya özen gösteriyordu. Duruşmaları taraflar ve şahitler dışında dinleyiciler de izleyebiliyordu. Kadı genel ahlâk ve âdâba uygun olmayan durumlarda kapalı oturumlar düzenliyor, bu durumda sadece ilgililer duruşma salonuna alınıyordu. Duruşma oturumunun yönetimi kadının yetkisindeydi. Kadı, mahkemenin âdâbına ve saygınlığına uygun olmayan davranışlarda bulunanları uyarır, bundan bir sonuç alamazsa onları mübâşir aracılığı ile salondan çıkarır ve gerektiğinde ta'zîr cezası verirdi. Duruşmaları alenî yürüten kadı ilim erbabıyla gizli olarak istişare edip hükmünü tek başına verir ve hükmü ilgililere açıkça tefhim ederdi.

Osmanlı Devleti'nde Mahkeme. Osmanlı Devleti'nde mahkemeler, İslâmiyet sonrasında oluşan Türk-İslâm adlî yapı geleneğinin devrine nisbetle gelişmiş bir örneğini teşkil eder. Osmanlı hukuk tarihinin Batılılaşma/modernleşme dönemine kadar devam eden sürecinde klasik yapı büyük ölçüde korunmuştur. Daha çok "meclis-i şer', mahfil-i şer'" olarak adlandırılan klasik Osmanlı mahkemesi bu devirde tek hâkimli ve esas itibariyle tek derecelidir. Çok hâkimli mahkeme yapısı İslâm hukuk teorisine uygun olmakla birlikte (Mecelle, md. 1802) bir iki istisna dışında hukuk pratiğine ve özellikle Osmanlı dönemi uygulamasına yabancıdır. O kadar ki çok üyeli bir yapısı olan Dîvân-ı Hümâyun bir yüksek mahkeme olarak işlev gördüğünde yargılama sadece Rumeli kazaskeri tarafından yapılmakta, yanında oturan Anadolu kazaskeri yalnız izleyici konumunda bulunmaktaydı. Davaların yoğun olması durumunda sadrazamın isteği üzerine Anadolu kazaskeri de yargılamaya yardım eder ve divanda tek başına yargılama yapardı. Böyle bir geleneğin oluşmasında, hüküm vermede önemli bir yer işgal eden ictihadın hem mahiyeti hem tarihî uygulaması itibariyle münferit bir faaliyet şeklinde görülmesinin önemli rolü olmalıdır. Öte yandan Dîvân-ı Hümâyun'un bir yüksek mahkeme olarak varlığı ve gerektiğinde mahallî mahkemelerin kararlarına yapılan itirazları gözden geçirmesi, Osmanlı mahkeme yapısının esas itibariyle tek dereceli olma özelliğine aykırılık teşkil etmez. Mahallî mahkeme kararları, bir kısım ceza davaları hariç verildiği andan itibaren bir üst mahkemenin tasdikine gerek olmaksızın işlerlik kazanırdı.

Osmanlı mahkemesi, daha önceki ve çağdaşı İslâm devletlerinde görülen örneklere nisbetle gelişmiş bir yapı arzeder. Her şeyden önce Osmanlı mahkemesinin görev ve yetki alanı genişlemiştir; hem şer'î hem örfî davalarda tek yetkili mahkeme konumundadır. Gayri müslimlerle ve bilhassa gayri müslim din adamlarıyla ilgili bazı davalar ve hazineye intikal etmiş mirasçısız terekeye yönelik bir kısım istihkak davaları bir tarafa bırakılacak olursa Osmanlı mahkemesinin görev ve yetki alanına girmeyen herhangi bir hukukî ihtilâf yok gibidir. Diğer İslâm devletlerinde görev yapan mezâlim divanları Osmanlı Devleti'nde yerini kısmen mahallî mahkemelere, kısmen Dîvân-ı Hümâyun'a bırakmıştır. Ancak yine de meclis-i şer' dışında Osmanlı Devleti'nde yetkili başka hiçbir yargı kurumunun bulunmadığını düşünmemek gerekir. Dîvân-ı Hümâyun'un yanı sıra sadrazamın başkanlığında Rumeli ve Anadolu kazaskerlerinin katılımıyla toplanan cuma divanı, İstanbul ve bilâd-ı selâse (Üsküdar, Galata, Eyüp) kadılarının iştirakiyle toplanan çarşamba divanı Dîvân-ı Hümâyun'un yargı yükünü hafifleten yüksek mahkemeler görünümündedir. Mısır divanı buradaki mahkemelerce verilen kararların itiraz makamı olması açısından merkezdeki Dîvân-ı Hümâyun'un işlevini üstlenmektedir. Öte yandan Rumeli kazaskerlik mahkemesinin imparatorluk dahilinde yaşayanların davalarına bakmakla yetkili kılınan, ancak yine de sınırlı bir faaliyet alanı bulunan bir mahkeme olduğu anlaşılmaktadır. Beylerbeyilerin başkanlığında toplanan eyalet meclislerinin zaman zaman bölge kadısının iştirakiyle bir yargı kurumu gibi çalışması, sefere çıkan bir vezirin geçtiği bölgelerde yine o bölge kadısının (toprak kadısı) katıldığı bir toplantı akdedip idarî şikâyetler yanında adlî şikâyetleri de dinlemesi diğer yargılama örneklerindendir. Bu mahkeme listesine, gayri müslimlerin ahvâl-i şahsiyyeleriyle ilgili ihtilâflarına isteğe bağlı olarak bakan ve kilise ile sinagoglar bünyesinde kurulan cemaat mahkemelerini de eklemek gerekir. Ancak gayri müslimler ceza, borçlar, ticaret hukuku gibi hukukun diğer alanlarında ve cemaat mahkemesine gitme konusunda aralarında anlaşmazlık çıktığı takdirde ahvâl-i şahsiyye sahasında da Osmanlı mahkemesine (meclis-i şer') başvurmak durumundadır. Ayrıca Osmanlı Devleti'nde geçici bir statü ile bulunan yabancıların (müste'men) kendi aralarındaki ihtilâflara kapitülasyonlar gereği olarak bakan ve onlara kendi hukuklarını uygulayan konsolosluk mahkemeleri de bu arada sayılmalıdır. Öte yandan tarikat, esnaf teşkilâtı, yeniçeri ortası, kabile, boy, Hz. Peygamber soyundan gelen seyyid/şerifler gibi bir kısım teşkilât ve toplulukların hukukî ihtilâfları, mahkemeye başvurulmadan yürürlükteki hukukî kural ve mahallî teamüller ışığında şeyh, kâhya, ağa, kethüdâ, nakîbüleşraf olarak anılan başkanlarının veya ileri gelenlerinin kararıyla çözüldüğü de sıkça rastlanan uygulamalardandır. Ancak bütün bu mahkemeler sınırlı görev alanı ve yetkileri olan kurumlardır; Osmanlı Devleti genelinde yetkili yargı kurumu klasik Osmanlı mahkemesidir.

Bu mahkemelerin hem şer'î hem örfî hukuku uygulayan bir yargı kurumu olması bazı İslâm devletlerinde var olan mezâlim, ihtisap, şurta gibi farklı yargı kurumlarının sebep olabileceği karmaşayı önlemiştir. Hâkimü'ş-şer' de denilen kadılar önlerine gelen şer'î davalara fıkıh kitaplarında, örfî davalara da kanunnâmelerde yer alan kuralları uygulamışlardır. Medreselerde okutulan Hanefî fıkıh kitapları ve bunlar arasında özellikle Fâtih Sultan Mehmed döneminden itibaren Molla Hüsrev'in Dürerü'l-ḥükkâm, Kanûnî Sultan Süleyman devrinden itibaren İbrâhim el-Halebî'nin Mülteḳa'l-ebḥur adlı eserleri mahkemelerin kullandığı bilgi kaynakları olarak dikkati çekmektedir. Resmî ve özel kanunnâme derlemeleri, başşehirden gönderilen münferit fermanlar da kadılara örfî hukuk uygulamalarında yardımcı olan kaynakların başında gelmektedir. Şer'î ve örfî hukukun aynı mahkeme tarafından uygulanması bu iki hukuk sisteminin uyumlu beraberliğini sağladığı gibi adlî hayata da güven ve istikrar getirmiş, bütün adlî ve belirli ölçüde idarî yapının merkezine kadıyı yerleştirmiştir. Bu bakımdan Osmanlı yönetiminin şer'î ve örfî kuralları yan yana âhenkli bir biçimde uygulama hususunda diğer İslâm devletlerinden daha başarılı olduğunu söylemek mümkündür. Yine bu uygulama, yetkili adlî merci belirsizliğinin doğuracağı keyfî uygulamalara imkân vermediğinden yönetici kesimin (ehl-i örf) reâyâya yönelik keyfî uygulamalarını da en aza indirmiştir. Öte yandan hangi hukuk alanına (şer'î-örfî) ait olursa olsun bir hukuk uygulamasının kadının izni olmadan yapılması da yasaklanmıştır. Sadece hukuk uygulamalarının değil vergi toplanması, tahrir yapılması gibi idarî tasarrufların da hâkimin bilgisi (kadı mârifeti) olmadan gerçekleştirilmemesi kanunnâmelerde ve adâletnâmelerde sıkça vurgulanmıştır (meselâ bk. kadı mârifetiyle narh verilmesi, Akgündüz, II, 74; muhtesibin kadı mârifetiyle usulsüz iş yapan esnafı cezalandırması, a.g.e., II, 289; kadı mârifeti olmadan haraç toplanmaması, a.g.e., II, 348; kadı mârifetiyle cizye toplanması, a.g.e., III, 329-330). Bu da bir yandan merkezî otoritenin kamu görevlilerinin keyfî uygulamalarına karşı ne kadar hassas olduğunu, diğer yandan ehl-i örfün fırsat buldukça bu tür uygulamalara yatkın bulunduğunu ortaya koyması bakımından dikkat çekicidir.

Osmanlı mahkemeleri esas itibariyle Anadolu ve Rumeli olmak üzere iki bölgeye ayrılmış, Anadolu'daki kadılar Anadolu kazaskerliği, Rumeli'de, Kırım ve Kuzey Afrika'daki kadılar da Rumeli kazaskerliği bünyesinde mevleviyet, sancak ve kaza kadılıkları olarak teşkilâtlanmıştır (bk. KADI). Bu iki bölgeden birinde kadılık görevine başlayan hâkimlerin yer değiştirmesi, terfi etmesi yine kendi grubu içinde mümkün olurdu. Kazaskerler, XVI. yüzyılın ortalarına kadar kendi bölgelerindeki, günlük 150 akçeye kadar geliri olan kadılıkları divan günlerinde bizzat padişaha arzedip tayinlerini yaparken 150 akçeden fazla geliri olan kadıları sadrazam kanalı ve onayıyla padişaha sunarlardı. Fakat XVI. yüzyılın ortalarından itibaren mevleviyet denilen büyük kadılıklara tayinler kazasker tarafından değil şeyhülislâm tarafından sadrazam kanalıyla padişaha sunularak yapılmıştır. Daha az geliri olan kadı tayinlerini kazaskerler yapmaya devam etmiş, ancak bunlar da şeyhülislâm kanalıyla padişaha arzedilmiştir.

Kadılar ilk kuruluş yıllarında süresiz olarak göreve getirilirken tâliplerin çoğalması ve herkese yetecek sayıda kadılığın bulunmaması sebebiyle zamanla bu usulden vazgeçilmiş, kadıların görev süreleri XVI. yüzyılın sonlarında üç yıla, XVII. yüzyıl içinde iki yıla indirilmiş, ardından bu süre biraz daha kısaltılarak büyük kadılıklara bir yıl, diğerlerine yirmi ay süre ile tayinler yapılmıştır. Ancak kadıların fiilî görev süreleri bitip yeni bir göreve tayinlerine kadar İstanbul'a dönerek bağlı bulundukları kazaskerlikte sıra beklemeleri (bazan bu süre çok uzun olabiliyordu, bk. EI2 [İng.], IV, 375) ve bu sırada herhangi bir maaş almamaları bunları mahrumiyet içinde bırakmış, dolayısıyla görev yaptıkları dönemde bazılarının meslek ahlâkına olumsuz etki yapmıştır. Kadıların gelirlerini arttırmak için zaman zaman bölgelerinde teftişe (devre) çıktıkları, meselâ kendilerince uygun yapılmayan miras taksimlerine itiraz ettikleri ve -kanunnâmelerde aksi emredilmesine rağmen- zorla tereke taksimine yönelerek harç aldıkları zaman zaman şikâyete konu olan suistimallerdendir. Kadılıkların sürekli hale getirilmesi Tanzimat sonrasında gerçekleşmiş ve 1876 Kānûn-ı Esâsî'siyle de hâkimlerin azledilmezliği anayasal bir statüye kavuşmuştur (md. 81).

Osmanlı Devleti'nde mahkemeler için özel bir binanın hangi tarihten itibaren ayrılmaya başlandığı kesin olarak bilinmemektedir. Osman Nuri Ergin, Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması üzerine bunların mekânı olan Ağakapısı'nın şeyhülislâmlığa devredilmesinden sonra 1836'da Anadolu ve Rumeli kazaskerlikleriyle İstanbul kadılığının buraya nakledildiğini, böylece resmî bir binaya kavuşulmuş olduğunu söylemekteyse de (Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, I, 273) bu uygulamanın gerek İstanbul'da gerekse diğer şehirlerde daha önce başladığını düşünmek gerekir. Zira bir kısım mahkemelerde sayısı yüzleri bulan sicil defterlerinin kadıların özel konaklarında muhafaza edildiğini ve herhangi bir kurumsal yapı olmadan yeni gelen kadıya devredilerek günümüze kadar umumiyetle zayi olmadan geldiğini düşünmek çok mâkul olmasa gerektir. Şeyhülislâmlığın ve mahkemelerin Ağakapısı'nda toplanmasının kazaskerliğin ve İstanbul mahkemelerinin kurumsallaşmasında ileri bir aşamayı temsil etmiş olması muhtemeldir; mahkemelerin resmî bir yapıya kavuşması ise bundan çok daha önce gerçekleşmiş olmalıdır.

Başlangıç yıllarında kadıların düzenli ve yeterli gelirlerinin olmaması ve bunun çeşitli problemler doğurması üzerine Yıldırım Bayezid devrinde Vezîriâzam Çandarlızâde Ali Paşa'nın teklifi üzerine mahkemede görülen davalar, yapılan miras taksimleri ve hazırlanan hüccetler için belli oranda harç alınmaya, böylece kadı ve yardımcıları için sürekli bir gelir sağlanmaya başlanmıştır. Harç miktarları da kanunnâmelerle belirlenmiş ve değişen şartlar altında zaman zaman yeniden düzenlenmiştir (çeşitli dönemlerdeki harç miktarları için bk. Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, s. 84-85; Akgündüz, I, 330, 586; II, 60, 183, 258; IV, 330, 384, 679).

Kadılar yargı işlevini tek başlarına yapmakla birlikte mahkemede sayıları değişen yardımcıları da vardı. Bunların başında bizzat kadı tarafından tayin edilen nâibler gelir. İşin mahiyetine veya tayinin şekline göre kadı nâibi, mevâlî nâibi, bab nâibi, arpalık nâibi gibi farklı isimler alan bu yardımcılar kendilerini görevlendiren kadı adına yargılamada bulunur ve onun işini önemli ölçüde kolaylaştırırlardı (Uzunçarşılı, İlmiye Teşkilâtı, s. 117-118). XVII. yüzyılda Eyüp kadılığında yirmi yedi, Galata kadılığında kırk dört nâibin görev yaptığı bilinmektedir. Bu sayı Kahire'de on birdir (Gibb – Bowen, II, 124). Zamanla bu usul bazı mahkemeler için sürekli bir uygulamaya dönüşmüş ve mahkemelere tayin edilen bir kısım kadılar görev yerine gitmeyip yargı görevini tayin ettiği nâiblerle yürütür olmuştur. Ancak bu uygulamanın Osmanlı hukuku açısından bazı sakıncalar doğurduğu da bir gerçektir (bk. BAB MAHKEMESİ; NÂİB). Bunun yanı sıra yargılamanın alenî olarak yapıldığını gözlemleyen ve mahkeme defterine isimleri yazılan şühûdü'l-hâl kadıların önemli yardımcılarındandır. Mahkemeye gelen tarafların yakınlarından, sosyal veya meslekî çevresinden oluşan, bu sebeple görülen davaya bağlı olarak isimleri sürekli değişebilen şühûdü'l-hâlin sadece yargılamanın alenîliği bakımından değil birçok durumda yargılamanın âdil yapılması açısından da etkin olduğu söylenebilir. Mirasla ilgili problemleri çözen ve tereke taksimleriyle ilgilenen kassâmlar, mahkeme kayıtlarını zaman içinde geleneği oluşmuş yazım usulleri çerçevesinde tutan, hüccet ve i'lâmları kaleme alan kâtipler, defterdarlıkla halk arasındaki malî anlaşmazlıklara bakan mîrî kâtipleri, sanıkların mahkemeye celbinde hizmetleri olan muhzırlar mahkemede kadının diğer önemli yardımcılarındandır. Yargılamanın tarafların anlaşmasıyla sona ermesinde isimleri hemen hiç zikredilmeyen, ancak yaygın olarak devreye girdikleri ve olumlu rol oynadıkları görülen ara bulucular da (muslihûn) bu arada sayılmalıdır. Çarşı ve pazarların denetlenmesinde, gerek narhların gerekse kullanılan ölçülerin standartlara uygunluğunun sağlanmasında rol alan muhtesipler, sanıkların mahkemeye celbinde, verilen cezanın uygulanmasında görevleri olan subaşı, sancak beyi, beylerbeyi gibi ehl-i örfün de Osmanlı hukuk uygulanmasında önemli roller üstlendiği belirtilmelidir.

Osmanlı mahkemelerinin işleyişinde diğer İslâm devletlerinde olduğu gibi fetva kurumunun ve müftülerin önemli bir yeri vardır. Kendilerine sorulan dinî-hukukî sorulara somut olayla ilgilenmeden sadece teorik temelde cevap veren müftüler, bir taraftan bazı ihtilâfların mahkemelere intikal etmeden barış yoluyla çözülmesini sağlarken diğer taraftan mahkemelerin uygulamalarını dolaylı yoldan etkilemiş ve onlara belirli ölçüde yön vermiştir. Her ne kadar fetvalar kadıyı bağlamamaktaysa da mahkemeye intikal eden ihtilâfla sunulan fetva vâkıa olarak birbiriyle uyuşuyorsa kadının fetvaya aykırı karar vermesi yanlış karar vermiş olduğuna kuvvetli bir karîne teşkil eder ve bozulmasına sebep olurdu. Bundan dolayı kadıların genelde mahkemeye sunulan fetvalara uygun karar verdikleri görülmektedir.

Taraflar mahkemede ya bizzat hazır bulunur veya bir vekille temsil edilirdi. Vekâlet kurumunun varlığına ve İslâm hukuk tarihinde köklü bir geçmişi olmasına karşılık profesyonel vekâlet kurumu avukatlık Osmanlı adlî hayatında mevcut değildir.

Eyalet, sancak ve kazalardaki mahkemelerde ancak bu idarî birimlerde ikamet edenler yargılanır, bunun dışına çıkıldığında verilen hüküm geçersiz olurdu. Fakat padişahın izin vermesi durumunda mahkemelerin yargı sınırının genişlemesi mümkün olabilirdi. Dîvân-ı Hümâyun, cuma divanı ve Rumeli Kazaskerlik Mahkemesi buna örnek gösterilebilir; bu mahkemeler bütün Osmanlı tebaasının başvurabildiği genel mahkemeler görünümündedir.

Mahkeme kararları sicil defterine yazılır, taraflara bununla ilgili bir belge verilirdi. Sicil defterine sadece hukukî ihtilâflar ve kararlar değil mahkemede düzenlenen çeşitli belgelerin, merkezden gelen emir ve fermanların birer sûreti de kaydedilirdi (bk. İ'LÂM). Mahkeme kararları, ictihadın ictihadı nakzetmeyeceği prensibi gereği Anglo-Sakson hukukunda olduğu gibi sonraki davalar için emsal oluşturmasa da bu kayıtlar o mahkemede görev yapan kadılar için önemli bir bilgi ve yürürlük kaynağı olmuştur. Dolayısıyla kadılar görev yaptıkları dönemin sicil kayıtlarını yanlarında götürmez, mahallinde bırakırlardı.

Anadolu ve Rumeli'de bulunan mahkemelerde esas itibariyle Hanefî mezhebi ictihadları uygulanmış, bu uygulama XVI. yüzyılın ortalarından itibaren daha katı bir tarzda takip edilmiştir. Tarafların başka bir mezhebe mensup bulunması veya diğer bir mezhep görüşünün uygulanmasını talep etmeleri Anadolu ve Rumeli mahkemeleri söz konusu olduğunda dikkate alınmazdı. Diğer mezhep mensuplarının yoğun biçimde yaşadığı Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerinde ise Hanefî başkadısının başkanlığında diğer üç Sünnî mezhepten de nâibler tayin edilerek mensupları için bu mezhep görüşlerinin uygulanmasına imkân tanınmıştır. Ancak 1805'te Mısır'da Mehmed Ali Paşa, diğer mezheplerden kadı tayinini ve bu mezhep görüşlerinin uygulanmasını yasakladığından Anadolu ve Rumeli'deki uygulama Mısır'ı da kapsamına almıştır. Bu uygulama XX. yüzyılın başlarında yumuşamış ve Hukūk-ı Âile Kararnâmesi diğer Sünnî mezhep görüşleri de dikkate alınarak hazırlanmıştır.

Osmanlı hukuk tarihinde mahkeme yapısındaki en köklü değişiklik Tanzimat sonrasında meydana gelmiştir. Bu dönemde tek hâkimli klasik Osmanlı mahkemesi yerini giderek toplu hâkimli mahkemelere bırakmaya başlamıştır. Bu husustaki ilk değişiklik ticaret hukuku alanında görülmüştür. 1840'ta Ticaret Nezâreti'ne bağlı olarak İstanbul'da kurulan ticaret meclisi 1847 ve 1848 yıllarında yayımlanan iki nizamnâmeyle ticaret mahkemesine dönüşmüş, 1850 tarihli Kānunnâme-i Ticaret'e 1860'ta yapılan bir zeyille bütün imparatorluk bünyesinde bir başkan, iki dâimî ve iki geçici üyeden oluşan karma ticaret mahkemeleri kurulmaya başlanmıştır; bu mahkemeler daha sonra nizâmiye mahkemeleri bünyesine alınmıştır. Klasik mahkemelerin yanı sıra toplu hâkimli ilk ceza mahkemesinin ortaya çıkışı da İstanbul'da Tanzimat sonrasında bir meclis-i tahkîkatın kurulmasıyla başlar. Bunu 1847'de, yabancılarla Osmanlı vatandaşlarının dahil olduğu ceza davalarına bakan karma bir mahkemenin kurulması izler. Bu alandaki en köklü değişiklik, 1864 Vilâyât Nizamnâmesi'yle bütün imparatorluk dahilinde ceza ve hukuk mahkemelerinin kurulmasıyla gerçekleşmiştir. Yine sancak ve vilâyetlerde kurulan ve bir başkanla altı ile yedi üyeden oluşan meclis-i deâvî, meclis-i temyîz ve dîvân-ı temyîzler, hem ilk derece hem istînaf mahkemesi olarak hukuk ve ceza yargılaması alanında görev yapmıştır. 1879 yılında çıkarılan Mehâkim-i Nizâmiyyenin Teşkilât Kanunu ile bu mahkemelere yeni bir yapı kazandırılmış, üye sayıları azaltılmış ve ilk defa bu kanunla savcılık kurumu Osmanlı ceza yargılamasına dahil olmuştur. Bu mahkemelerin kurulmasıyla klasik Osmanlı mahkemeleri, görev alanı daha çok ahvâl-i şahsiyye ile sınırlı hale gelen şer'iyye mahkemelerine dönüşmüştür. Aynı dönemde kurulan nizâmiye mahkemeleri Adliye Nezâreti'ne bağlanmış, şer'iyye mahkemeleri ise şeyhülislâmlığa bağlı kalmayı sürdürmüştür. 1917'de İttihat ve Terakkî hükümeti, gerçekleştirdiği bir dizi reform çerçevesinde bu mahkemeleri şeyhülislâmlıktan alıp Adliye Nezâreti'ne bağlamışsa da 1919 yılında şer'iyye mahkemeleri şeyhülislâmlık bünyesine iade edilmiştir.

Tanzimat döneminde Dîvân-ı Hümâyun'un artık işlevsel olmaktan bütünüyle çıkmasının doğurduğu boşluğu dolduracak üst mahkemelerin birbiri peşi sıra kurulduğu görülmektedir. Önce 1838 yılında Meclis-i Vâlâ-yı Ahkâm-ı Adliyye, ardından 1868'de oluşturulan Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye ve Şûrâ-yı Devlet, bir süredir şeyhülislâmlıkta yapılan huzur mürâfaalarının yerini alan Meclis-i Tetkîkāt-ı Şer'iyye bu döneme damgasını vurmuş yüksek yargı kurumlarıdır. Meclis-i Vâlâ aslında Dîvân-ı Hümâyun örneğinde görüldüğü gibi çok fonksiyonlu bir kurumdur. Devletin muhtaç olduğu ıslahat projelerini ve kanun tasarılarını hazırlamasının yanı sıra özellikle mahallî mahkemelerce verilmiş ağır cezaî kararların tekrar gözden geçirildiği bir yüksek mahkeme olarak da Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye'nin kuruluşuna kadar görev yapmıştır. 1868'de Meclis-i Ahkâm-ı Adliyye ikiye ayrılarak bir kısmı kanun tasarılarını hazırlamak ve idarî yargı organı olarak görev yapmak üzere Şûrâ-yı Devlet'e, diğer kısmı, ceza ve hukuk mahkemelerinin temyiz mahkemesi olarak teşkilâtlanmış bulunan Dîvân-ı Ahkâm-ı Adliyye'ye dönüşmüştür. Huzur mürâfaalarının şeyhülislâmlığa nakledilmesinden sonra bu uygulama şeyhülislâmın başkanlığında bir süre devam etmiş ve meclis-i şer'lerden gelen dosyaları incelemeyi sürdürmüştür. Ancak gelen dosyaların çoğalıp şeyhülislâmlık bünyesinde ayrı bir kurum oluşturulmasına ihtiyaç duyulması üzerine 1862 yılında şer'iyye mahkemelerinden gelen dosyaları bir üst mahkeme olarak istînaf veya temyizen incelemek üzere Meclis-i Tedkīkāt-ı Şer'iyye kurulmuştur. Burada 1873'te yeni bir düzenleme yapılmıştır. 1917 yılında şer'iyye mahkemelerinin Adliye Nezâreti'ne bağlanması üzerine bu kurum devreden çıkmış ve yerini Adliye Nezâreti'ne bağlı olarak çalışan Mahkeme-i Temyîz Şer'iyye Dairesi almıştır. Fakat daha sonra şer'iyye mahkemelerinin tekrar şeyhülislâmlığa bağlanmasıyla Meclis-i Tedkīkāt-ı Şer'iyye yine işlevsel hale getirilmiş ve bu durum Osmanlı Devleti'nin sonuna kadar devam etmiştir.

Kaynak: TÜRKİYE DİYANET VAKFI İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

BİZE ULAŞIN
SON DAKİKA