Türkiye'nin en iyi haber sitesi
BÜNYAMİN BEZCİ

CHP’nin Vazgeçilemez Vesayetçiliği

Vesayetçilik, "millet anlamaz" demenin siyasal formudur. CHP modernleşmesinin siyasal kodlarını Cumhuriyetin bin kişiyi geçmeyen kurucu kadrosu vesayetçilik üzerine kurmuştu. Bir anlamda vesayetçilik, milletin önünde yürüyen aydınlanmış zihinlerin "halka rağmen halkçılığıydı". Bu ülkeye demokrasi bile getirilecekse ancak CHP getirecekti. Bu nedenle tek parti iktidarının sona erdiği savaş sonrasında vesayetçilik de demokrasiyle yeniden yoğruldu. Nihayetinde ilk zamanlar Monarşiye karşı milletin yönetimi anlamında "cumhuriyetçilik" ile yetinilse de savaş sonrasında kontrollü bir demokrasiye geçişle birlikte "vesayetçi demokrasi" anlayışı hakim olmuştu.

Vesayetçilikte ikinci büyük kırılma 1960 askeri darbesiyle birlikte yaşanmıştır. O zamana kadar göreli olarak yerli bir siyasal hareket olan vesayetçilik ve vesayetçi demokrasi anlayışı ulusüstü bir anlam kazanmıştır. NATO desteği ile Türkiye'nin siyasal konumu sabitlenmiş ve siyaset tarzı da "anti-komünist" olarak tanımlanmıştır. Nitekim anti-komünizmin sağ versiyonları oluştuğu gibi sol versiyonu olarak "ortanın solu" ya da "demokratik sol" versiyonları da oluşmuştur. "Sol Kemalizm"le birlikte Kemalist modernleşme süreci sosyal demokrasi ile yeniden karılmış ve yeni bir vesayetçilik oluşmuştur. Bu sefer "millet anlamaz" diyenlerin self-oryantalist tarzda "bizden adam olmaz" dedikleri bir yeni vesayetçilik anlayışı gelişmiştir.

Bugün anti-emperyalist hikaye ile yoğurulan cumhuriyetçilikten nasıl bir self-oryantalist küreselcilik çıktığını anlamak isteyenler 60 darbesi sonrası CHP'ye bakmak zorundadır. Erbakan'ın "ağır sanayi hamlesi" girişimlerini tiye alan sadece liberal sağ değil aynı zamanda demokratik soldu. Vesayetçilikte en önemli kırılma ise neoliberalizmle birlikte yaşandı. Neopatrimonyal devletçilik anlayışından toplum ve piyasanın güçlendirildiği sivilliğe geçişi liberal sağ sürüklemişti. Fakat doksanlarda "yeni sol" bir hareket olarak yeniden formatlanarak kurulan CHP'nin lideri Baykal, Türkiye'nin Tony Blair'i olmayı hedefe koymuştu. Oysa yeni sol da liberal sağ gibi siyasi iradeden bağımsız alanlar peşindeydi. Bu anlamda çok farklı yerlerden yola koyulsalar da sonuç itibarıyla Özal'ın liberal sağı ile Baykal'ın yeni solu farklı şeyler söylemedi. CHP'liler için de "ekonomik olan" siyasilere bırakılamayacak kadar stratejik bir alandı.

28 Şubat'ın gündelik ilişkilerine bulaşmayan Baykal'ın CHP'si aslında siyaset üstü ekonomik alan konusunda darbecilerden farklı düşünmüyordu. Darbeciler fazladan siyaset üstü alanı ideolojik olarak da kodlamışlardı. Nitekim 2002 seçimlerine "Anadolu solu" ile hazırlanan CHP için siyaset üstü ideolojik bağlama dönüş de zor olmadı. Aslında neoliberalizmin tetiklediği siyasi irade dışı "ideolojik" ve "ekonomik" alanların dizayn edilmesi vesayetçilikte yeni bir hamle idi.

Kendi kendimizi ekonomik bağlamda yönetemeyeceğimize dair inancımızın yerleşikliği ile siyasi irade dışında işleyen "bağımsız/özerk kurumlara" siyasi kararı havale etmek daha rafine bir vesayetçilikti. Bir anlamda "millet anlamaz" diyen tek boyutlu vesayetçilik önce "bizden adam olmaz" diyen iki boyutlu ulusüstü vesayetçiliğe dönüşmüş, daha sonra da "gelin bizi adam edin" diyen üçüncü bir boyut artık vesayetçiliğin zirvesi olmuştu. Bu anlamda bizi adam edecek olanın zihni ulusüstü olsa da kendisinin bizden olmasına da özellikle dikkat edilmişti. Zira milletin "ecnebiyi/yabancıyı" hazmetme kapasitesi halen yeterince gelişmemiş olduğundan siyasi meşruiyet sorunu yaratabilirdi. 28 Şubatçıların ekonomik fiyaskosu olarak 2001 ekonomik krizi sonrası bizi adam etmesi için davet edilen "Kemal Derviş" bu konseptin temsilcisiydi.

Ülkenin kasasının anahtarını teslim ettiğimiz IMF ve onun yerli görünümlü temsilcisi Kemal Derviş, ekonomik stabilizasyonu küresel ekonomik dengelere sorun çıkarmayacak kadar sağlamakla görevliydiler. Nihayetinde küresel ekonominin akış güzergahını değiştirmeyecek kadar Türk ekonomisinin üretim ve alım gücü korunmalıydı. Bazıları için fabrika ayarları zannedilen AK Parti'nin ilk dönemi de neoliberal ekonominin stabilizasyonuna açıktı. Siyasi alanı genişletme çabasını meşrulaştıran bir araç olarak ekonomik stabilizasyon doğrusu iktidarın işine de gelmişti.

2007 Nisan bildirisi sonrasında 1960 darbesinden beri etkinliğini koruyan ikinci dalga ulusüstü vesayetçilik güç kaybetmişti. Aslında ilk dönem vesayetçiliği de 1950'deki Demokrat Parti iktidarıyla birlikte zaten sona ermişti. Fakat üçüncü dalga vesayetçilik olan neoliberal siyasi iradeden bağımsız alanların varlığı halen sürmekteydi. Ak Parti iktidarının 2013-2016 arasında Gezi Parkı isyanıyla başlayan ve 15 Temmuz darbe girişimiyle sonlanan süreçte üçüncü dalga vesayetçiliğin de üstesinden geldiğini görüyoruz. Artık bizi adam edecek birilerini aramaktan vazgeçen iktidardan aynı dönemlerde yapışan birçok vesayetçi zihin dökülmeye başlamıştı. Hatta benzer bir kavga da MHP içinde gerçekleşti. Küresel dünyanın gereklerini anlamadığı düşünülen MHP yönetimi devrilmeye çalışıldı. Başarılamayınca da yeni bir parti kuruldu. Bugün İyi Parti'nin yabancı bir büyükelçinin birlikte çalışma önerisine "I am okey" diye mukabele eden birini Cumhurbaşkanlığı için aday göstermesi bu nedenle hiç de şaşılacak bir durum değildir.

Üçüncü dalga vesayetçilik her ne kadar iktidar tarafından reddedilen bir siyasi tavır olsa da başta CHP olmak üzere muhalefetin halen içinden sıyrılamadığı ve çıkmak da istemediği bir siyasi vaziyettir. Bu nedenle muhalefet için ama özellikle CHP için vesayetçilik içeriği değişse de halen vazgeçilmezdir. Peki nedir bu üçüncü dalga vesayetçilik? Bu konuyu da biraz açmak gerekmektedir.

Kılıçdaroğlu'nun 3 Aralık vizyon toplantısı ile kurumsallaşan üçüncü dalga vesayetçiliğin en önemli niteliği "ekonomik olanı" siyasi irade konusu olmaktan çıkarmasıdır. Bir anlamda ekonomiye yön verilemeyeceğini başta kabullenmek anlamını taşımaktadır. Oysa siyasi irade konusu olmaktan çıkarılan bütün alanlar aslında demokratik toplumsal tartışma konusu olmaktan çıkmaktadır. Bir nevi siyaset üstü olan ekonomik alan siyasetsizleştirilmiş bir güvenlik alanı olarak da ilan edilmiş olmaktadır. Neoliberalizm karşıtlığı söylemiyle başlayan Kılıçdaroğlu'nun yurt dışı gezileri nihayetinde neoliberal ekonomik egemenliğe boyun eğmiş gözükmektedir.

Siyasetsizleştirilmiş alanı "uzmanlara" terk etmek de vesayetçiliğin bir başka yüzüdür. Bir konu hakkında uzman kullanmak ayrı, bir alanı uzmanlara terk etmek ayrıdır. Kılıçdaroğlu'nun ikna edildiği siyaset tarzı alanı tamamen uzmanlara terk etme şeklinde görünmektedir. Bir nevi bu konuda "bizi adam edecek" olanlara konu havale edilmiştir. Oysa herhangi bir konuda siyasi irade ve kararı elinde tutarak yön belirleyebilir ve uzmanlardan da bu yönde ilerlemenin işçiliğini bekleyebilirsiniz. Zira uzmanlar siyaseten hesap vermeyeceklerinden milleti de kaale alarak politika oluşturmazlar. Nihayetinde uzman kullanmak isterken siyaseten acemiliğiniz uzman tarafından kullanılmayı doğurabilir. Her atın acemi binicisini anlaması gibi uzmanlar da siyasi irade sahibi olmayanları kendi fantezilerine mahkum edebilir.

Kılıçdaroğlu'nun vizyon toplantısının gösterdiği bir başka eğilim de Türk ekonomisinin küresel piyasaların akışına ayak uyduracağına dairdir. Bir anlamda son dönemlerde sıklaşan krizlerle sarsılan dünyada ekonomik hegemonyaya teslim olma söz konusudur. Bu ekonomik aklın dar koridorunu demokratik toplumsallık ve serbest piyasa oluşturmaktadır. Devletin güçlendiği yerde milletlerin zenginliği de azalmaktadır. Fakat son dönemlerde küresel piyasalara hakim olan ekonomiler bile "öncelikle kendi çıkarlarını" düşünmektedir. Böylesi bir dünyada ekonomik diğergamlığın ve küresel piyasalarla uyumun iddia edildiği gibi gelir dağılımı eşitsizliğini aşması da zordur. Oysa vizyon toplantısını en başından meşrulaştıran söylem gelir dağılımı eşitliği ve teknolojik atılımdır. Çevreci ulusüstü sermaye ile gelir dağılımı eşitsizliği aşılmaya, teknolojik yabancı yatırımlarla üretim gücü yaratılmaya çalışılmaktadır. Her iki durumda da asıl olarak çağrı "gelin bizi adam edin" çağrısıdır. Üçüncü dalga rafine vesayetçilik ilericilik ve modernlik olarak yeniden paketlenmektedir.

Türk siyasetinin ihtiyaç duyduğu vizyon ise vesayetçi zihinsel düzlemi aşan özgüvenli bir vizyondur. Kılıçdaroğlu'nun iyelik ekleriyle iddia sahibiymiş gibi konuşması tek başına bir özgüven oluşturmamaktadır. Üretim gücünü artıran teknolojik hamleler başta savunma sanayi olmak üzere başlamıştır. Gelir dağılımını iyileştiren sabit gelirlilerin maaşlarının artırılması ve barınma ve gıda başta olmak üzere ihtiyaçlarının finanse edilmesi gibi tedbirler de uygulanmaktadır. Buna rağmen Kılıçdaroğlu'nun özgüven içermeyen vesayetçi vizyonunu çekici kılan en önemli olgu ise vaat edilen yolun zahmetsiz ve konforlu olduğu zehabıdır. Küresel iktidar kimseye zahmetsiz bir kalkınma yolu açmaz, ancak konforlu bir tüketim toplumunu besler. Yeni vesayetçilik, "kalkınma" değil "konfor" vaat ediyor. Nurettin Topçu'nun "konformizme" karşı "isyan ahlakını" sunması ya da Teoman Duralı'nın "İngiliz-Yahudi Medeniyetine" karşı "başkaldıran insanı" politikleştirmesi boşuna değildi. Küresel ekonomik akla isyan, CHP'nin vesayetçi teslimiyetçiliğinin yolunu oluşturan dar koridorda tevessül dahi etmeyeceği bir yoldur.

Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubu’na aittir. Kaynak gösterilse veya habere aktif link verilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı ya da bir bölümü kesinlikle kullanılamaz.
Ayrıntılar için lütfen tıklayın.
SON DAKİKA